Limonun hikayesini yazacaktım ama…

Pazarlarda pazarcı esnafı şöyle bağırırdı yakın geçmişte, “çaya çorbaya limon!” Bugünlerde niye bağırmıyor? Çünkü limon öyle kıymete bindi ki limonu bulan şükrediyor, satan da sarraf hassasiyeti ile davranıyor. İki sene önce TV ekranlarında dalında kalan limonlarını satamadığı için ağaçlarını kökünden söken üreticileri görünce içim cız etmişti. O gün üretici şöyle bağırıyordu; “Dalından topladığım limonun getirisi bırakın masrafları çıkarmayı tuttuğum işçilerin ücretini bile karşılamıyor. Limonun maliyeti ne toplama ücretini, ne ilaçlama ve bakım masraflarını asla karşılamıyor. Dalında bıraksak çok daha kötü, en iyisi onlarca yıllık emeğimizi kökünden söküp atıyoruz.” O an dedim ki “eyvah artık çaya çorbaya limon” sözünü çok daha az duyacağız… Yanılmamışım pazarda limonu nerede ise mercekle arayacak hale geldik. Geçtiğimiz günlerde evde limon bitmiş, gidip marketten limon almak istediğimde duyduğum fiyat karşısında emin olun şoka girdim. Tezgahta limonu göremeyince market çalışanı arkadaşa sordum, “Ağabey limon öyle kıymetli hale geldi ki artık onu buz dolabında saklıyoruz. Öyle kiloyla falan alanda yok. Artık limonu taneyle satıyoruz. Kilosu 90 TL!”

Elimde olmadan, “Yuh artık” diye sesimi yükselttim ama birazda kendi kendime utandım. Bu durumda ne üreticinin, ne de satıcının kabahati vardı. Kabahat kimin bilin bakalım? Sonra merak ettim üç harfli marketlerde limon fiyatlarını sordum soruşturdum kilogramı 70 TL’den satılıyordu. Sonrasını daha sonra yazacağım.

Bir tarafımız yaz, diğer tarafımız kış değil hani… Her tarafımız nerede ise kış. Evden ofise gelirken otobüsteyim. İlk hareket noktasına yakın otobüse bindiğim için şükür çoğu kez ayakta gelmiyorum Odunpazarı’na kadar. Şehir Hastanesi’nde otobüs doluyor. Dün de öyle oldu. Oturuyorum bir sürü yolcu bindi. Hemen ön tarafımda yaşının daha sonra 74 olduğunu öğrendiğim köylü bir beyefendi duruyordu. Yer verip vermeme konusunda tereddüt ettim. Bir ara bir yer boşaldı. Beyefendi oraya doğru yöneldi ama ondan önce yaşı 35 civarında olan bir kadın hemen boşalan yere oturunca baktım beyefendinin gözleri dolu dolu oldu. Ben kendi yerimi vereyim diye seslendim. Adamcağız kabul etmek istemedi ama bu arada gözlerinden iki damla yaşın yüzüne doğru süzüldüğünü gizlemeye çalışarak gösterdiğim yere oturdu ve şöyle mırıldandı, “Biz onlara dönmeyeceğiz ama onlarda bizim geldiğimiz yere ve yaşa gelecekler.” Anladığım kadarıyla dertliydi. Kendisine rahatsızlığını ve durumunu sordum. Kalp hastasıydı ayakta zor duruyordu. Kriz geçirdiği için hastanede 5 gün yoğun bakımda yatmış bir süre önce. Şimdi kontrole gelmiş ama doktoru yokmuş ilçesine dönmek için dönüş yapıyordu. Kendisini biraz teselli ettim. Çoluk çocuğunu, emekliliğini sordum. Kendisinin emekli olduğunu söyleyeyim bu kadarla yetinelim. Ama, “İyi ki emekliliğim var, köyde başımı sokacak kadar derme çatma birde evim var. Eğer emekliliğim olmasaymış sokaklarda sürünürmüşüm” dedikten sonra haline şükrettiğini anlattı.

Hikayesi uzun ama burada iki ince nokta vardı. Birincisi artık sevgi, saygı duygularının toplumsal bir travmaya dönüştüğünü görüyoruz. İkincisi de 10 Bin TL olsa da insanlar emekliliklerine şükredecek hale gelmişler. Asıl sorun da burada.. Emekliliği olmayanlar için hayat gerçekten çok daha zor. 10 Bin TL’ye şükretmek bir tarafa çoluk çocuğun eline ve insafına kalanların halini düşünemiyoruz bile. Yahu bir tarafta 10 Bin TL’lik emekli maaşı. Diğer tarafta çaya çorbaya limonun 90 TL’ye kadar yükselen fiyatı, diğer tarafta köyden şehre muayene ve tedavi olmaya gelen bir beyefendinin hiçbir şey yapamadan evine dönüş hikayesi. Ve en önemlisi yaşadıkları karşısında kendisini değersiz hissetmesi. Neresinden tutsak elimizde kalacak bir hayatın ilk adımlarını mı atıyoruz ne?