Sabah oldu.
Annem yine erkenden uyandı.
Gözleri takılıyor bir yere, hep orada…
Boşluğun içinde kaybolur mu hiç?
Kayboluyor.
Endişe ederek, “Günaydın” diyorum.
Gülümsüyor.
Gülümsenin içindeki boşluk daha çok yaralıyor.
Tedirgin, mutfaktan aldığı naylon poşetin içerisine birkaç kıyafetini koymuş.
“Hadi gidelim, ev sahibi gelip kızacak” diyor.
Önce poşeti alıyorum elinden…
Sonra tedirginliğimi içime saklayarak konuşuyorum.
“Evdesin” desem, yaralanmasından korkuyor insan…
Doğrulara öfkeleniyorum.
“Gideriz birazdan” deyince rahatlıyor.
Gidiyoruz da…
Bilmem, gezeriz biraz…
Millet Bahçesi’ni seviyor.
Mucizevi bir yer…
Ya da o an öyle geliyor.
Küçük bir pastanede oturup izliyoruz çocukları…
Aklının ortasında parlak bir yıldız varmış gibi…
Sanki söndü o yıldız, ondan düşünceli…
Hep limonata içer.
Sohbetsiz boşluğun içinde kayboluyoruz.
“Ben buradan evi bulamam, beni bırakacaksın değil mi” diye sordu bir gün…
O gün ben kayboldum mesela…
Biraz da öldüm.
Boşluğu uzun uzun seyrettikten sonra…
Yürüyoruz.
O memleketinin dar ve eski sokaklarında yürüdüğünü sanıyor muhakkak…
Komşularından, babasından, çocukluğundan bahsediyor.
Kısa kısa…
Bense kaybolduğum yerden geri gelmeye çalışıyorum.
Varıyoruz eve…
Dizine yatıyorum.
O aklının tam ortasında duran yıldız yeniden parlar mı ki?
Yıldızı parlatmak için neler mümkün?
Bir gün beni de unutmasından korkuyorum.
Sonra silkeleniyorum.
Ve şöyle sesleniyorum:
Her sabah, her unutuşunda yeniden tanışırız.
Yeniden başlarız anne!
*********************
Kuantum Özge der ki:
“Bazen pes et!”