“Meğer biz yaşamıyormuşuz?” başlığıyla yazdığım yazıda toplumsal bir sıkıntıyı şu ifadeler ile dile getirmiştim: “Bir şey fark ettim ki ben yaşamıyormuşum. “Yaşar ne yaşar ne yaşamaz” sözünün karşılığını kendi hayatımda gördüm… Dünkü köşe yazımda “Nereye gidiyoruz farkında mısınız?” diye sormuştum ya… Meğer ben hayatın farkında değilmişim. İnsan kapalı devre yaşayınca ya da yaşadığını sanınca demek ki böyle oluyormuş.
Hafta sonu Ankara’ya gitmem gerekiyordu. Bir arkadaşımla birlikte YHT’ den bilet aldık. Bilet parası çok önemli değil de, asıl sonrası önemli… İndirimden yararlanmama rağmen Ankara bilet ücretinin 94 TL olması bana normal geldi… “Bu kadar hayat pahalılığının yaşandığı ülkede normaldir” dedim kendi kendime. Ne oldu da “Ben yaşamıyormuşum” noktasına geldim dersiniz?
Dönüş yolunda yaşadıklarım dudaklarımı uçuklattı. Belki benim yaşadıklarım normaldir(?!) de bana anormal gelmiştir. Dönüş yolunda YHT garına girdim, henüz bilet kontrolü başlamadı. Kafeye oturup bir çay alayım diye düşündüm. Çay almak için ocağa yaklaştım bir çay istedim. Çayı aldım ücretini sordum gözlerim fal taşı gibi açıldı tamı tamına 30 TL. Geri dönüşü olabilecek bir şey değil. Zorunlu olarak ücreti ödedim. Sonrasında “ben mi çayı içtim çay mı beni içti” inanın fark etmedim bile. Yahu altı üstü bir bardak çay. Öyle cam bardakta falan da değil. Karton bardakta üzerinde bir kapak ve altı üstü bir su bardağı bile olmayan su.” O ara sevgili dostum kardeşim Ayhan Boz ve yine sevdiğim kardeşim Şeker-İş Sendikası eski Başkanı Davut Köroğlu yazıyı okuyup beni Odunpazarı’ nda Muhtarın Kahve’de çay içmeye davet etmişlerdi. Yaz geçti, kışa yaklaştık nasip olmadı. Bir ara Davut başkan ile Eskişehir için olmazsa olmazlardan birisi olan Şeker Fabrikası’nda buluşup çay çorba muhabbeti yaptık ama o çay muhabbetinden de vaz geçmiş değilim.
Bunları niye hatırlattım? Bizim bir otogarımız var ya… Orada gördüklerim bana Ankara Garı’nda yaşadıklarımı hatırlattığı için hatırlattım. Geçtiğimiz gün bir sebeple oraya gittiğimde gördüklerim karşısında gerçekten çok şaşırdım.
Kapısından içeri girdiğiniz de sizi eskiden çığırtkanlar karşılardı. “Bursa.. Bursa… Hadi Kütahya… Kütahya hemen kalkıyor, gel abi hemen” deyip sizi doğruca yazıhanenin önüne yönlendirirlerdi. Eskişehir otogarından söz ediyorum. Orada bir havuz başında otobüs saatinizi beklerken bir bardak çay içersiniz, şöyle bir gezinirken büfelerin önünde hediyelik pişmaniyeler, Eskişehir’in meşhur met helvası, diğer şekerlemeler, tostlar, gözlemeler, haşhaşlılar vesaire.. vesaire… Esnaf çıkar kapıya buyur eder içeriye. Almaya niyetiniz yoksa bile bir şeyler alma ihtiyacı hissedersiniz.
Şimdi tablo ne olmuş biliyor musunuz? Otogarın eski havasından eser kalmamış. Bilet alacaksınız, elinize bir kağıt bilet bile vermiyorlar. Artık biletin numarası cep telefonunuza mesajla ulaştırılıyor. Yüzünüze bakan yok. Yazıhanelerin pek çoğu kepenk kapatmış. Hatta birkaç yazıhanenin önü Büyükşehir reklamları ile süslenmiş.
Havuz başı çay keyfi mi? Onun bile tadı kaçmış. Havuz başında oturan kimse yok. Çıktım havuz başına bir nostalji yapayım diye. Sıcak demlisinden bir cam bardakta çay istedim fiyatını sormayın. Ankara’daki gar fiyatının yarısı ama… Çayın tadı da, otogarın misyonu da eskisinin çok ama çok gerisinde kalmış. Galiba benim aradığım eski sıcak ve samimi hava, yoksa çayın tadı olmuş olmamış hiç önemli değil.
Hani ne diyorlardı? “Gönül ne çay ister, ne çayhane, gönül sohbet ister çay bahane!”