CHP’de kongre süreci devam ederken tansiyon da aynı oranda yükseliyor.

Ne yazık ki bu süreç, demokrasi adına umut verici sahnelere değil, hoş olmayan olaylara sahne oluyor.

Geçtiğimiz günlerde Dede Mahallesi delege seçimlerinde yaşananlar, bu gerginliğin somut bir örneği. Ali Haydar Çelik ve eşi Ayfer Çelik, Odunpazarı Belediye Başkanı Kazım Kurt’un şoförü Deniz Kalkan ve Odunpazarı Kent Konseyi Başkanı İsmail Kumru tarafından darp edildiklerini iddia etti.

İsmail Kumru önce “iftira” dedi, sonra “tahrik ettiler, hakaret ettiler” diyerek sözlerini neredeyse 180 derece değiştirdi.

Ali Haydar Çelik’le geçmişten gelen bir husumetleri var mı, bu olay kişisel bir mesele mi bilemeyiz. Ancak aklımı kurcalayan temel soru şu: 60 yaşında, KOAH hastası olduğu belirtilen bir kadına saldırırken hiç mi vicdanınız sızlamadı?

Olayın tarafları birbirini suçlarken, kamera kayıtları olduğu söyleniyor ama o görüntüler de ortada yok.

Kim yalan söylüyor, kim doğruyu anlatıyor şu an için bilinmez ama toplumda oluşan algı oldukça net:

"Bir olayda İsmail Kumru’nun adı varsa, kesin o yapmıştır."

Bu nasıl bir algıysa, kimse de çıkıp “durun bakalım” demiyor.

Yazının ardından büyük ihtimalle İsmail Kumru beni arayacak.

Belki aramayacak ama bir şekilde ulaşacak; ya aba altından sopa gösterecek ya da olayları kendi lehine çevirmeye çalışacak.

Çünkü tanıyanlar bilir, tam da böyle bir profildir.

Asıl eleştirimiz onlara değil aslında.

Sözüm kendini “demokrat” olarak tanımlayan, solculuk yarışına giren asıl kişiye…

Bu kadar ciddi iddialar konuşulurken neden suskun ki?

Yoksa onun bilgisi dışında bu tür olayların yaşanması mümkün değil mi?

Eskiden belediyede bu tür işlerin "günah keçisi" Şenol Durur’du.

Kazım Kurt’un bilgisi dahilinde gelişen olaylar ona yüklenir, “sen suçu üstlen, biz senin arkanda Durur’uz” denilerek meseleler kapatılırdı.

Şimdi soruyoruz:

Yeni Şenol Durur, Deniz Kalkan mı oldu?

İsmail Kumru için böyle bir savunma bile yapamıyorum.

Çünkü o, yaşananlardan rahatsız olmak bir yana, bundan tatmin bile duyuyor olabilir.

Artık öyle bir noktadayız ki kadına şiddetle ilgili her söyledikleri, her savunmaları inandırıcılığını tamamen yitirdi.

Gözümüzle görmesek de, söylenenleri dinledikçe, anlatılanlara tanıklık ettikçe şuna ikna olduk:
Artık ters takla atsalar da inandıramazlar.

Öte yandan, siz nasıl bir demokratsınız?
İki-üç cılız sese bile tahammülünüz yok mu?
Ezilenin yanında durduğunuzu söylemek kolay elbette.

Ama kendi içinizdeki azınlık seslere bile kulak vermiyorsanız, bu nasıl bir demokrasi anlayışı?

Neden bu kadar korkuyorsunuz?
Kazanırken kaybetmek işte tam da böyle bir şey…
Korkudan titreyerek zafer ilan etmek, bir zafer değil aslında bir çöküştür.
Çünkü kimseye güvenmiyorsunuz.
Çünkü arkanızı döndüğünüzde ne olacağını kestiremiyorsunuz.
Çünkü her birinizin, diğerine yaptığı en az yüz kötülük var belleğinde.
Bu yüzden emin değilsiniz.
Ve evet, öfkelisiniz.

Ama bu öfke başkasına değil, aslında kendinize.
Yaşadığınız kırgınlıkları, size yapılanları, mecbur bırakıldığınız o ilişkileri, o zorbalıkları unutamıyorsunuz.
Öfkenizi çıkaracak birilerini arıyorsunuz, çünkü biriktirdiniz.
Çünkü “Ben bunu hak etmiyorum” diyorsunuz.
Çünkü size yapılan dayatmalar içinizde yara oldu.
Kabul edin: Ne yanınızdaki insana, ne de kendinize tam anlamıyla güveniyorsunuz.

Korkuyorsunuz.
Ve evet, suçlular korkar.
Çünkü biliyorsunuz, bir gün bu kırılgan düzen darbe alacak.
Çünkü biliyorsunuz, ödün vere vere geldiniz bu noktaya…
Şimdi ise ne siz kendinizsiniz, ne de inandığınız şeyler kaldı yerinde.

Bu yüzden seslerden korkuyorsunuz.
Bu yüzden susturmak istiyorsunuz.

Ama şunu unutmayın.
Susturdukça büyür sesler.
Korktukça yakındır çöküş.

Kuantum Özge der ki:

“Gün gelir devran döner.”