Rüya falan gördüğüm yok ama geçmiş hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçip gitti dün sabah saatlerinde… Aslında anlatmak istediğim rüya gibi geçip giden yıllar ile ilgili olduğu için yazıma öyle bir başlık koydum…

Sabah erken saatlerde ekmek almak için evden çıktım. Arabanın kontağına bastım ve okullar bölgesine yaklaşırken birde baktım anneler çocuklarının ellerinden tutmuş mini mini yavrularını okula götürüyorlardı. Öyle bir telaş ki gerçekten takdire değer.. Kimi bir büfenin önünde kuyruğa girmiş, kimi büfeye uzaktan bakıyor. Anneler çocuklarının beslenme çantalarını doldurma telaşına düşmüşler. Kimisi çantaya bir simit, bir küçük kutu meyve suyu koyuyor, kimi bir poğaça bir süt… İlk etapta manzarayı görünce, “Acaba çocuklarının çantasına beslenme ihtiyacı koyamayan anneler de var mıdır?” diye bir soru takıldı. Büfe önündeki kuyruğu önce uzaktan izledim, sonra yaklaştım… Beslenme çantasına konulan bir simit, küçük bir meyve suyu 27 lira, bir poğaça, bir küçük süt 32 lira…

Olan var, olmayan var… Öncelikle bizim çocukluğumuzda bir beslenme çantası yoktu. İkincisi ve en önemlisi okulların açıldığı gün bizi annemiz veya babamız elimizden tutup okula götürmezdi. Bir büyüğümüzün yanına takılır okulun yoluna düşerdik. Okula giderken yanımıza ya bir kömür parçası, ya da bir odun parçası alır defterimizi kitabımızı da bir çuvaldan bozma bir çantanın içine koyar omzumuza takardık. Öyle kayıt dönemlerinde anne- babamızın çocuğum şu okula gitsin, bu öğretmene düşsün derdi de olmazdı. Zorunlu bağış, kayıt parası gibi derdimizde olmazdı. Okulumuzda sınıflarda sobayı varsa gönüllü köylünün, ya da mahallenin masraflarını karşıladığı bir hizmetli(o günkü adıyla hademe) veya yoksa öğretmenlerimiz yakar teneffüslerde hepimiz o sobanın başında ısınırdık. Öğretmenlerimiz ciddi, en temiz kıyafetleri ile okula gelir, birimizin başını okşadığında onu yıllarca unutmaz, en güzel anılarımız arasında hep bir mutluluk hikayesi olarak anlatırdık. Bu rüya gibi film uzun, hikaye trajikti aslında…

Yıllar yılları kovaladı hayatın acımasızlığı ve herkesin “çocuğum benim çektiklerimi çekmesin, okusun da adam olsun” anlayışı gelişti. Zaman içerisinde velilerinde tercihleri değişti. Çocuklarımız hep daha iyisi olsun diye adeta yarış atına dönüştürüldü. Okulun dışında dershaneler, özel dersler ve kurslar ile çocuklarımızı öylesine zorlu bir sürecin içine ittik ki anlayabilene helal olsun. Şimdilerde kimse işin içinden çıkamaz hale geldi.

Bir dönem bu ülkenin en önemli okulları meslek liseleriydi. Kısa yoldan hayata merhaba demenin yolu meslek liselerinden (o zamanki adıyla sanat okullarından) geçerdi. Hatta o okullara girebilmek için de her okul kendi için sınavlar düzenler, belirli bir başarı sıralamasına girenler o okullara alınırdı. Oralardan mezun olanların istihdam derdi bir şey olmaz, başta kamu kurumları olmak üzere her yerde iş bulabilirlerdi… Sonra ne mi oldu? Önce meslek liseleri cazibesini kaybetti. Sonra ülkenin her yanına yerden mantar biter gibi biten üniversiteler kuruldu. Barakadan bozma binalar, öğretim görevlisi, yetişmiş ve eğitimli akademisyenler yerine birileri istihdam edildi vesaire vesaire…

Bugün ne oluyor? Bugün tam anlamıyla geçmişte yaşadıklarımızı yeniden yaşamak için rüyalara yatıyoruz. Meslek liselerini yeniden cazip okullar haline dönüştürmeye, üniversiteleri daha önemsiz birer kurum haline getirmeye gayret ediyoruz. Yıllar içinde elinden tutup okula götürdüğümüz çocuklarımız artık ev gencine dönüşmeye başlayınca yeni çözümler arıyor ve geçmişimizi rüyalarımızda da olsa yeniden yaşabilmeyi umut ediyoruz… Başarabilir miyiz? Belki rüyalarımızda….