Yaz mevsiminin kabusu geri döndü. İnsan olarak gerçekten çok üzüldüğümüz görüntüler sebebiyle söyleyecek söz bulmakta zorlanıyoruz. Biz Sakarya Taraklı da başlayan ve Bilecik il sınarları içerisine sıçrayan yangını biliyoruz. Halbuki ülkenin pek çok bölgesinden yükselen dumanlar adeta insanımızın akciğerlerini doldururken hep aklıma “Neden?” sorusu gelmiştir.

Taraklıdan başlayıp Bilecik sınırlarına sıçrayan yangının dumanı Eskişehirlileri bile olumsuz etkiledi. Yangın devam ettiği saatlerde Eskişehir semalarını kaplayan dumanın etkisini öylesine hissettik ki… Sadece duman mı? Penceresi açık olanların pencerelerinden içeri giren kesif bir geniz yakıcı koku ve aynı zamanda kül tanecikleri hepimizi şaşkına çevirdi. Sınırımızdan kilometrelerce uzaktaki bir yangının bizi etkilediği yerde yangın bölgesindeki insanlarımızın yaşadıklarını düşünemiyorum bile…

Sonra İzmir’den gelen yangın haberi. Geçmişte “Her birimizi seferberliğe sokacak kadar yürek yakan bu yangınlar bu kadar yaygın mıydı?” sorusunun cevabını aradım zihnimde… Son 15 yıldır yaşadığımız yangınların ömrümün geride kalan bölümünde yaşadığımı hatırlamıyorum. Aslında ağaç nefes demek, hayat demek, yağış rejimini düzenleyen kaynak demek.. Ama son yıllarda yaşadığımız bu yangın kabuslarının nefesimizi kesmeye yönelik ihanet adımları olduğunu düşünüyorum.

Bazı yangınların kasıtlı çıkarıldığını düşününce aklıma başka bir şey gelmiyor. Anadolu’yu çoraklaştırma hamlesi olarak nitelendirilebilecek bu orman yangınları gerçek anlamda milli güvenlik meselesidir.

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Anadolu’yu şöyle tarif ettiğini biliyorum: “Sinop ormanlarından bir ağaca tutunan şempanze ayağına toprak değmeden Akdeniz’e kadar ulaşır!” Şimdi öyle mi? Yanan, yıkılan ve tahrip edilen ormanlarımızın azalmasıyla birlikte çoraklaşan bir coğrafyaya dönüşüyoruz. Bugün kasıtla çıkarılan her yangın gerçekten Anadolu’yu çölleştirme operasyonunun bir parçasıdır.

Çocukluğumuzda hatırlıyorum. Orman Muhafaza Memurları vardı. Hem silahlı, hem de atlı muhafaza memurları; çekinilen, hem de saygı gören insanlardı. Onlar köye giriş yaptıklarında atları gezdirilir terlemişse rahatlamaları sağlanır, ormancılar köy odalarında ağırlanırdı. Onlar köylüler için devletin kendisiydi…

Elbette şimdide Orman Muhafaza Memurları var… Onlarda ellerinden geleni yapıyordur muhakkak. Ancak ormanı korumak her Türk Vatandaşı’nın asli görevidir. Her birimiz orman muhafaza memurları kadar hassas olmalıyız. Çünkü bugün yanan ormanlarımız çocuklarımızın geleceğini çalmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.

Türkiye’nin en önemli milli güvenlik sorunlarından biri haline gelmeden el birliği ile orman varlığımıza sahip çıkmak ve onları gözümüz gibi korumak zorundayız. Eğer su kaynaklarımızı korumak ve ülkemizin geleceğini teminat altına almak istiyorsak bunu yapmak ve gelecek nesillere yemyeşil bir Anadolu coğrafyası bırakmak boynumuzun borcudur. Nefesimizi kesmek isteyenlere asla izin vermemeliyiz ve kimsenin de bu anlamda gözünün yaşına bakmamalıyız…